İçe Yolculuk
Dertliyim, sıkıntılıyım, bitkinim… Sebebi, kendimin farkında değilim.
Hayatımdaki kelimeler…
Sizi doğru kullandığımda beni vezir, yanlış kullandığımda rezil eden kelimelersiniz. Artık biliyorum… Beni bıraksanız ne kadar da pişman olurum, sizi doğru yerde sarf etmediğim için… Oysa size ne kadar çok ihtiyacım olduğunu, sizi kullanmadığım o zamanları düşününce anlıyorum. Kendimle ve başkalarıyla konuşmayarak, zaman geçtikçe kabuk bağlamaya ve sertleşmeye başladım. Tıpkı bir ceviz gibi… Ceviz önce yeşil ve yumuşaktır ya hani, zaman geçtikçe sararmaya başlar ve sert bir kabuk içine girer. Artık onun kabuğunu kırmadan kendisinden istifade edemezsin. Ben de hayata önce safça yaklaşıyor, darbe aldıkça sertleşiyorum; dış çevrem beni ne kadar kötü etkilerse, kabuğuma o kadar çekiliyorum. İçimde ne kadar iyiyim, mutluyum ve çöküntüdeyim, bilinmez kimse tarafından… Ama dışarıya sert kabuklu bir ceviz intibaı veriyorum. Sonra belki de gerçekten ceviz oluyor ve bir süre sonra kendi âlemimde yok olup gidiyorum.
Dertlerim ne kadar büyükse, beni o kadar yıpratıyor; hayata da bir o kadar küsüyorum. Oysaki yaşadığım şeylerin daha beterinin olduğu, aklımın ucundan geçmiyor. Hep kendimden üsttekilere bakıyor; mutlu görünmeye çalışan, ama içinde binbir dertle dolaşan maskeli mutlulara özeniyorum. Dertliyim diyecek biri olsaydı, o dertliler dertlisi Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’den başkası olamazdı. Ama Peygambere değil de başkalarına özeniyormuşum. Özendiğim, örnek aldığım insanlara dikkatlice bakıyorum da ne kadar acınacak bir durumda olduklarını, kendilerine bile hayırları olmadığını daha iyi idrak edebiliyorum ve kızıyorum kendime…
Bazen her şeyden ümidimi kesebiliyorum. Kimle konuşsam, bir şeylerle ne kadar uğraşsam da tatmin etmiyor ruhumu… Sebebini bilmediğim huzursuzluklar yaşıyorum, çıkış bulamıyorum, sonra da isyan ediyorum. “Rabbim beni unuttu” veya “Beni sevmiyor” diye gaflete düşüyorum kendi kendime… Oysa Allah, hiç kimseyi unutmaz ve terk etmez. İnsan, sadece kendisi uzaklaşır kerîm Rabbinden…
Herkes unutsa da O beni unutmuyor. “Bittim!” dediğimde “Yettim kulum!” diyormuş. Ben ne kadar istesem, O, kat kat fazlasını veriyormuş. Utanıyorum, sonra af diliyorum kapısında… Sonra ruhuma doktor oluyorum, onun hastalıklarını tedavi etmek için… Ve onunla konuşmaya başlıyorum:
«Rabbim, sana ne güzel vasıflar vermiş. Öncelikle yaratılmışsın. Ezelî hikmet sahibi Rabbim, seni sevmeseydi, hiçlikten var etmezdi… Sonra insan olarak yaratıldın. Herhangi bir cansız varlık veya bir hayvan yahut bitki şeklinde değil!.. Daha önemlisi, Müslüman bir fert olarak Müslüman bir âilede dünyaya geldin. Bu, nimetlerin en büyüğü… Çünkü inanan insan, dünyadaki en aziz varlık!.. Tabiî bunun farkındaysa… Sonra dünyanın bütün nimetleri, önüne serilmiş durumda… Aklın yerinde, sağlığın yerinde, hürsün, vatanın esaret altında değil!.. Öyleyse bir çınar gibi, dimdik doğrul ve sevin!.. Ye’si, ümitsizliği terk et; tekrar köklerinden beslen ve yenilen… Ruhunun damarlarına taptaze iman heyecanı yürüsün, tekrar yeşillesin dalların… Tekrar meyveye dursun bütün vücudun… Sen dirilmeye niyetlenen bir tohum olduğun müddetçe, kendi kabuğunun içinde kalıp çürümeyeceksin; merak etme!..» (Zeynep Çalışkan)